AB'nin birliği yeterince güçlü mü?
Roma Bildirgesi'nin imzalanmasıyla Büyük Britanya hariç 27 AB ülkesinin hükümet ve devlet başkanları, Roma antlaşmalarının 60. yıldönümünde birliğe ve ortak değerlere inanç vurgusu yaptı. Alman Başbakanı Angela Merkel farklı hızlarda bir Avrupa talebini yineledi. Bu yaklaşımın daha önce Brexit'i engelleyebimiş olacağını söyleyen köşe yazarlarının yanı sıra, planı bütünüyle reddenler de mevcut.
AB liderleri yanlış ata oynadı
Devlet ve hükümet başkanları, farklı hızlara sahip Avrupa fikrini daha önce önermiş olsaydı, tüm bu olumsuz gelişmelere maruz kalmayacaktık, diyor Postimees:
“Avrupa Birliği'nin ana eksenini oluşturan Berlin ve Paris yönetimleri, daha kısa bir süre önce giderek yakınlaşan bir Avrupa entegrasyonu modelini hayata geçirmeye çalışmış ve bu sırada üye ülkelerin artan direnciyle karşılaşmıştı. Şimdiyse Avrupa Birliği liderleri, AB'yi reformlarla güçlendirecek, farklı hızlara sahip bir Avrupa kararını vermiş bulunuyor. Düşünce düzeyinde iyi ve güzel bir gelişme, ancak insan, bu yön değişikliği birkaç yıl önce gerçekleştirilmiş olsa neler olacağını düşünmeden edemiyor. Böyle bir durumda büyük olasılıkla Brexit denen süreci yaşamayacak, Avrupa'daki milliyetçi-popülist hareketlere en azından bu şekliyle maruz kalmayacaktık. Hatta belki de Geert Wilders, Marine Le Pen ve diğer popülistler aşırı uçlar olarak marjinalize olacak, günümüzdeki siyasi ağırlıklarına sahip olmayacaklardı.”
Brexit'ten beteri var
To Vima gazetesi farklı hızlarda bir AB'nin daha ölümcül olduğu konusunda uyarıyor:
“Avrupa halkları trajik bir şekilde kendi geleceklerini etkileyecek gelişmeleri dikkate almıyor. Çünkü bunu anlayamıyorlar ya da anlamak istemiyorlar. Almanya, Fransa, İtalya ve İspanya'nın birleşik Avrupa'yla uzaktan yakından ilgisi olmayan bir modeli dile getirmeleri karşısındaki suskunluk başka nasıl açıklanabilir ki? ... Dört büyük AB üyesinin farklı hızlarda Avrupa planını duyanların, Brexit'in etkilerinden korktukları için utanmaları lazım. Bu plan derinlemesine bir entegrasyonun tam karşıtı. ... 60 yıllık AB tarihinde Avrupa şüpheciliğinin kazandığı en büyük zafer bu.”
İktidarların günah çıkarma zamanı
Avrupa'daki iktidarlar, Avrupa şüphecisi partileri AB antipatisinin sorumlusu olarak göreceklerine çuvaldızı kendilerine batırsınlar, diye uyarıyor Le Quotidien:
“Eğer bir suçlu aranmak zorundaysa, eskiden ya da şimdi iktidarda olanlar arasında aranmalı. 2008'de bankaları kurtaran ve ekonomik sistemi hiçbir şey olmamış gibi değiştirmeden devam ettiren AB muhalifi partiler değildi. Yunan halkına kan kaybettiren de onlar değildi. ... Avrupa iktidarlarının özeleştiri yapma zamanı geldi artık galiba. Yaptıkları olası hataları kabul etmeleri (Kim hata yapmadığını söyleyebilir ki?) ve itiraf etmeleri gerekiyor. Ama asıl göstermeleri gereken, AB'nin tasarruf buyruğu ve lobiciler cenneti klişesine indirgenemeyeceği.”
Paris ile Berlin AB'yi yeniden tasarlamalı
Avrupa Birliği'nin geleceği, kurucu devletler olan Fransa ve Almanya'nın ellerinde, diye açıklıyor Habertürk:
“Geriye dönüp bakıldığında Avrupa Birliği projesinin Almanya-Fransa ekseni üzerine kurulduğunu, aralarında bir iş bölümü olduğunu ve Fransa’nın siyasi önderliği Soğuk Savaş bitene kadar yaptığını, Almanya’nın da topluluğun ekonomik dinamosu olarak faturaları ödediğini söylüyoruz. ... Gene de bir zamanların imparatorluk başkenti Berlin sadece yeni Almanya’nın değil Avrupa’nın da başkenti oldu. Almanya kendi tarihinden çıkardığı dersler nedeniyle siyasal-stratejik liderliği yüklenmeye hevesli değildi. Fransa siyasal açıdan zayıfladıkça Britanya, Almanya açısından en önemli partner haline geldi. ... Brexit kararı bu dengeleri altüst etti. Almanya bir kez daha Fransa ile birlikte AB’nin yeni tasarımını şekillendirmek zorunda. Bu nedenle Fransa’daki seçimler AB açısından yeni bir başlangıcın mümkün olup olmadığını da belirleyecek.”
Çekirdek ülkeler Doğu Avrupa'yı itaat ettiriyor
İki hıza sahip Avrupa karşısında duyulan korku, Doğu Avrupalı üye ülkeleri ödün vermeye zorluyor, diyor Deutsche Welle'nin Romanya servisi:
“Sığınmacıların ülkeler arasında dağıtılması gündeme geldiğinde, üye ülkeler Doğu Avrupalı AB üyeleri nedeniyle mutabakata varamamıştı. ... Ancak AB'nin çekirdeğini oluşturan devletler bundan sonra, Doğu Avrupa'nın artık eleştiremeyeceği kendi inisiyatiflerini takip edecek. ... Batılı üyeler, ortak para birimlerini yönetebilmek uğruna 'iki hıza sahip Avrupa' izleğini çoktan uyguluyor. Bununla eşzamanlı olarak bu yaklaşım, birliğe yeni giren devletlere karşı bir müzakere stratejisinin de temelini oluşturuyordu: Batı Avrupa, çalışanların maaşını düşürmek niyetindeki bir işverene benzer tutum içerisinde. Önce kitlesel işten çıkarmalar gündeme geliyor, sendikaların yaptıkları protestoların ardından herkesin kalmasına, ancak maaşların düşürülmesine karar veriliyor. Nitekim, herkesin kabullenmek zorunda kaldığı 'bir ödünün' karara bağlandığı Roma Bildirgesi'nde olan tam da buydu.”
Üyeleri kavgalı bir AB varlığını sürdüremez
Efimerida ton Syntakton gazetesi üye ülkeler arasındaki kötü ilişkiler yüzünden AB'yi karanlık bir geleceğin bekliyor olmasından endişeli:
“Devasa bir yapı olan AB artık bu yükü kaldıramıyor gibi. ... Birlikten yana olanlar bile umutlarını yitirmiş durumda. Bunun nedenleri, AB içindeki eşitsizlik, farklı hızlarda bir AB ve kimi büyük ülkelerin kibri. Birbirlerine hakaret eden ülkelerin birlikte var olması nasıl mümkün olacak ki? Üye ülkeler arasında birlik ve dayanışma olmayan bir birlik nasıl ayakta kalabilir? ... Birleşik bir Avrupa'nın, düşman bir ülkenin saldırısına uğrayıp, zor ve tehlikeli bir duruma düşen her üyesini her an savunabilmesi lazım sözümona. Kıbrıs'taki Türk işgal birliklerini görmezden gelip, demokrasi ve barıştan söz etmek şaka gibi.”
Marius Ivaškevičius'un Avrupa aşkı devam ediyor
Litvanyalı yazar Marius Ivaškevičius Avrupa'ya duyduğu aşkı Delfi gazetesinde dile getirmiş:
“Avrupa'nın her yönden saldırıya uğradığı ve dayak yediği günümüzde bir aşık gibi tepki veriyorum: Terazinin bir kefesine Avrupa'nın bütün eksiklerini koyuyorum, öbürüne ise Avrupa'sız yaşabilir miyim sorusunu. Eksiklerin tek bir tanesi, hatta tamamı birlikte bile bu soru kadar ağır basmıyor. Avrupa olmadan nasıl yaşarım, bilemiyorum. Bu yüzden Avrupa'ya ders veren, ona nasıl olması, ne yönde değişmesi gerektiğini söyleyenlerin korosuna katılamam, katılmak da istemiyorum: Bara daha az, kiliseye daha çok mu gitsin? Nasıl olsun, nasıl olmasın? Daha çok para mı harcasın, yoksa tasarruf mu etsin? Kimi sevsin, kimi sevmesin? Bu sorular gerçek bir aşık olan bana çok önemsiz görünüyor, hele de cümlelerini şöyle bitirenlerin soruları: Avrupa benim söylediklerimi yapmazsa lanetlenecek. Unutun onu o zaman.”
AB canlılık yerine bunaklık sergiliyor
Öte yandan Expresso bu sevinç dalgasına katılamakta zorlanıyor:
“Şu sıralar AB, gençliğin kıvraklığından çok yaşlılığın semptomlarını sergilemeye başladı. Jean Monnet ve Robert Schumann'ın hayalini kurduğu Avrupa, beş kötülüğün pençesinde: Giderek (Dijsselbloem'un son açıklamalarının da gösterdiği üzere) daha da derinleşen Kuzey ile Güney Avrupa ayrımı; Brexit'le beraber hızla artan dağılma riski; giderek daha çok taraftar toplayan popülist ve otoriter eksen kayması; kurbanlarını AB içinden seçen, açıklanmamış bir savaş [terör]. ... Ve nihayetinde büyümeyi arttırıp kamu borçlanması krizini çözmek üzere ortak ekonomik kararlar almaktaki beceriksizlik. AB durdurulamaz bir çöküşe doğru yol alıyor. Bunu izleyecek dünyanın, şimdikinden çok daha kötü olacağı bilgisi de, bu gelişmeleri durdurabilecek güçte değil.”
İki hızlı Avrupa gerçek oluyor
"Bir yandan aynı yönde ilerlerken, birlikte ama gerekli görüldüğünde farklı tempo ve aciliyetlerle hareket edeceğiz," yazıyor Roma Bildirgesi'nde. Gość Niedzielny gazetesi bu açıklamaya temkinli yaklaşıyor:
“Roma Bildirgesi önemsiz bir açıklama değil elbette. Aksine, her ne kadar önce bunun yolunun somutlaştırılması gerekse de, Avrupa Birliği'ne izlemesi gereken bir vizyon sunuyor. Ancak bu bildirgenin Avrupa Birliği'nin izlemesi gereken yolu açık bir şekilde tarif ettiği sanrısına kapılmamamız lazım. Burada, Batı'da uzunca bir süredir gündemde olan iki farklı hıza sahip bir Avrupa'dan söz ediyoruz. Aslında bu Avrupa uzun yıllardır var. Şimdiyse bu ayrımın derinleştirilmesine ilişkin net bir ifade mevcut.”
Avrupa bıkkınları çoğunlukta
Le Figaro'nun Fransa eski dışişleri bakanı (1997 ile 2002 arası) ve Avrupa taraftarı Hubert Védrine ile yaptığı söyleşide Védrine, AB bıkkını yurttaşların yüksek sayısına dikkat çekiyor:
“Avrupa projesine yönelik en büyük tehdit içeriden geliyor. Avrupa'daki halklar yola devam etmek niyetinde değil. Üstelik Fransa'daki Ulusal Cephe seçmeni ya da aşırı sol bir kenara konsa da, bunların sayısı hala çok yüksek. Umursamazları (Avrupa seçimlerinde yüzde 60 çekimser çıkmıştı), kuşkucuları, hayal kırıklığına uğrayanları ve aşırı, rahatsız edici ve can sıkıcı düzenlemelere alerjik tepki gösterenleri toplayacak olursak, bunların neredeyse tüm Avrupa ülkelerinde çoğunluğu oluşturduğu görülmekte. ... Bu gelişme iltica başvuruları ve göçmen akımı, Putin'in provokasyonları ya da Trump'ın kapris ve hakaretlerinden çok daha korkunç. Ancak son derece açık bu teşhis, tuhaf biçimde herkesten destek görmüyor. Hatta bu konuda mutabık olanlar dahi, buradan farklı dersler çıkarıyor.”
Britanyalıların Brexit istemesine şaşmamalı
Avrupa'nın entegrasyonu arap saçına döndü, maliyeti de faydasını çoktan geçmiş durumda, diye bilanço çıkarıyor The Daily Telegraph:
“Avro uygulaması ülkelerin ekonomik yıkımına ivme kazandırdı. Göç konusundaki karmaşık ve çelişkilerle bezeli bir yaklaşım, sığınmacı krizini yönetmeyi çok daha zorlaştırdı. ... AB Komisyonu Başkanı Jean-Claude Juncker, Büyük Britanya'nın AB'den çıkma girişimini 'trajik' olarak nitelendirdi. Beklenildiği üzere bundan, biz Britanyalılarda gördüğünü sandığı bir eğilimi sorumlu tuttu. Ona göre Britanyalılar her kötülüğün temelinde AB'yi görüyor. Britanya politikasının son derece doğru bir yorumu aslında bu. Ancak Juncker Avrupa karşıtlığı ve eleştirelliğinin sebeplerini araştırsaydı daha iyi ederdi. Britanyalı seçmenler irrasyonel insanlar değil. Tüm bu Avrupa Birliği projesinin maliyetine ve birliğin nereye koştuğuna baktılar ve artık tüm bu çabaya değmeyeceği kanaatine vardılar.”
Gençlik ulus devlete dönmek istemiyor
Die Presse günlük gazetesi Avrupa'nın geleceği konusunda iyimser:
“AB bir 60 yıl daha ayakta kalmayı sürdürecek mi? Bu soruya kimse kesin bir cevap veremeycektir, ancak hala umut var. Bu umut özellikle gençlerin omuzlarında yükseliyor. Avrupa'nın çeşitli ülkelerinde yapılan anketlerin gösterdiği üzere, AB'ye kuşkucu yaklaşanlar daha ziyade yaşlılar. Bunun en net örneğini, gençlerin büyük kısmının Avrupa Birliği'nde kalmak yönünde oy kullandığı Büyük Britanya'daki Brexit oylamasında görmüştük. AB karşıtı bir ruh halinin çok güçlü olduğu Doğu Avrupa ülkelerinde dahi, Avrupa taraftarı düşünce tarzına sahip genç bir nesil var. Bu neslin büyük kısmı, çoğu sınırdan engelsizce geçebildikleri bir zamanda yetişti ve Avrupa'nın bir köşesinde eğitimlerini tamamlayıp başka bir köşesinde ilk işlerini bulma özgürlüğünün ne olduğunu biliyorlar. ... Yavaş yavaş söz hakkı kazanan bu nesil, tüm bu özgürlüklerin, milliyetçi Avrupa karşıtları tarafından ellerinden alınmasına izin vermeyecektir.”
"Gerçek AB" için yeni bir başlangıç
Roma Sözleşmesi'nin 60. yıl bildirisinde kısıtlı somut adımlara yer verileceğini düşünen Der Standard gazetesi, bu bildiri yine de AB tarihinde bir dönüm noktası olabilir, diyor:
“Artık sözü edilen 1957 yılının nahif ilerleme düşüncesi değil. Daha önce bu kadar önemli bir belgede AB'nin bugünkü haliyle devam edemeyeceğine dair düşünce ve gerçekçi görüşler yer almamıştı. Roma başka ve 'gerçek' bir devletler birliği kurmak için yeni bir başlangıç yapmak istiyor. Britanyalılar birliğe dahil değil artık, ama yeni üyeler eklenebilir. Türkiye birliğin dışında kalacak. Ama 2027 yılına kadar ortak bir mali, ekonomik ve sosyal politikaya sahip olmak isteyen ülkelerden oluşan bir çekirdek kurulması mümkün. Bu zaman alacak, konu oldukça karışık. Ancak Avrupa'nın bugünkü durumu ve felç hali, Başkan Donald Trump yönetimindeki ABD'de yaşanan gelişmeler ve küresel ekonomik gelişme -Çin- göz önünde bulundurulduğunda şunu anlamak hiç zor değil: Birlik'in başka çaresi yok.”
İki sınıflı Avrupa, birlikteliği tehlikeye atıyor
Yeniden alevlenen farklı hızlarda Avrupa tartışması yıldönümü coşkusuna gölge düşürdü, diyor Diena gazetesi:
“Başlangıçta Roma'da birleşik Avrupa'daki bütün AB ülkelerinin güvenini kazanacak bir deklarasyon yayınlanacağı beklentisi vardı. Ama zirvenin arifesinde AB ülkeleri arasında bir dizi ihtilaf olduğu ve pembe bir Avrupa'ya uzanan yolun o kadar da dikensiz olmadığı görüldü. ... Maalesef eski Avrupa denen ülkeler ve kuzey ülkeleri artık açık bir birlik olan bir AB'de yaşamak istemiyor. Bir taraftan da - Güney Avrupa'nın bir kısmı, Doğu Avrupa ve Baltık ülkeleri gibi- birliğin en yoksul üyelerinin çoğunluğu kendilerini kategorik olarak ikinci sınıf Avrupalı olarak görmeye direniyor. En azından kısmi bir çözüm bulunamazsa, bu çelişki AB'nin parçalanması yolunda bir etken olacaktır.”
Avrupa'nın mutluluğu Afrika'ya da bağlı
De Standaard gazetesi, Avrupa'nın uzun süre yüzyüze kalacağı dev sorunları sıralamış:
“Yoksullaşan Yunanistan daha onyıllarca bataklıktan kurtulamayacak. İtalya iç patlamalarla boğuşmaya devam edebilir. İspanya ve Portekiz'de gençlik nesiller boyunca gençlik topluma katılamayacak. ... Ama öbür temel sorun da henüz çözülmüş değil. Balkan hattının kapatılması, güvenilmez Türkiye Cumhurbaşkanı Erdoğan'la imzalanan onursuz anlaşma sorunun sadece küçük bir bölümü. Almanya ve uydularının mali gücü giderek artıyor. Bu değişmezse, para birliğindeki çatlaklar daha da artacak ve Avronun devamı imkansızlaşacak. Gelecek umutları arasındaki dağlar kadar fark, Afrika'dan Avrupa'ya bir göçe neden oluyor. Ancak her türlü çareye başvurarak bu uçurum küçültüldüğünde, istikrar şansı elde edilebilir.”
Paris-Berlin ekseni yeniden canlanmalı
Almanya'nın ve Fransa'nın hedefleri örtüşürse Avrupa bugün yaşadığı krizden çıkabilir, diyor Financial Times:
“Fransa'nın güçsüzlüğü Almanya'yı da zayıflattı ve AB'nin dengesini bozdu. Böylece Başbakan Angela Merkel kendi dahli olmadan ikili bir rol üstlenmek durumunda kaldı: Kıtanın gönülsüz lideri ve en kötü adam karakteri olarak. ... Parçalanmış birliğin çatlaklarını birleştirecek sihirli bir formül yok. Fransa-Almanya'nın lokomotifinin 27 üyeli bir AB trenini çekmesi, altı üyeli bir birliği çekmesinden çok daha zor. Berlin ve Paris arasında yeniden ilişki kurulması büyük bir özgüven kaynağı olacaktır. Bunun ötesinde böyle bir ilişki işbirliğini derinleştirme iradesi ve isteğine sahip yeni bir 'çekirdek Avrupa'nın başlangıcı da olabilir. Şu anda Avrupa'yla ilgili büyük umutlar besleyemiyorsak da, en azından daha az kötümser olabiliriz.”
Avrupa nasıl vatan olacak?
Siyaset bilimci Antonio Polito Corriere della Sera'daki yazısında, Avrupa yurttaşları kendilerini evlerinde ve güvende hissederlerse, AB de o zaman gerçekten olması gereken bir birlik olur, diyor:
“Sonunda ortak bir kamusal alana, tek bir Avrupa halkına, tek bir devletin yurttaşlarına ve her ülkede aynı anda aynı şeyin tartışıldığı bir siyaset arenasına kavuştuk: Şu anda bütün Avrupa'da tek konu Avrupa. Şimdiye kadar kez birkaç çok bilmişin icat ettiği, sadece bürokratların gündelik pratiğine indirgenmiş bir şey belki de ilk kez şimdi herkesin ağzında -çoğunlukla lanet etmek için, ama en az onun kadar da dua etmek için ... Avrupalı halkların Avrupa'yı kendi vatanları olarak görebilmeleri için belki bir 60 yıl daha yetmeyecektir. Ama günün birinde iç sınırların ortadan kalkacağını umabilmek için, yeni dış sınırlar koymaya başlamalıyız. ... Fiziksel sınırlar ve kültürel sınırlar- evet, açık, ama güvenli ve denetlenen sınırlar.”
Avrupa nasıl Fransızlaştı
Arnaud Leparmentier, Le Monde'daki köşesinde mali ve ekonomik kriz sonucunda Avrupa'nın, Fransız fikirlerini nasıl giderek daha sık kullanmaya başladığını anlatıyor:
“On yıllık bir krizin ardından Avrupa tanınmaz hale gelmiş durumda: 'Cermenlikten uzaklaşma" ve "Anglosaksonluktan uzaklaşma" süreçleri başladı. Avrupa Merkez Bankası'nın siyasileşip banknot basmaya başladığını görmekle kalmadık, aynı zamanda mali açıdan dayanışmacı bir Avro bölgesini, Yunanistan'ın ortak döviz bölgesinde kaldığını, Hıristiyan-Sosyalist olarak Juncker'in Komisyon başkanlığını, tasarruf politikalarının sonunu, Apple'ı İrlanda'da vergi ödemek zorunda bırakan agresif bir rekabet politikasını ve ABD'nin geri çekilmesi sonucu ortak bir Avrupa savunma birliğinin yeniden canlandığını gördük. ... Tüm bu dönüşümler François Hollande tarafından başlatıldı, bazılarıysa daha Nicholas Sarkozy zamanında gündeme gelmişti. Yani Fransa yine fikir üretmeye başladı. Bunların bazıları iyi, bazılarıysa hayalperest.”
Ulus devletlerin tek başına şansları yok
Yaşadığımız tehlikeli dünyada Avrupa'nın neden dayanışmaya ihtiyacı olduğunu Wiener Zeitung tarif ediyor:
“Donald Trump'ın seçilmesiyle, AB'den cüzzamlı gibi kaçan (ve onu anlamayan ya da anlamak istemeyen) bir ABD başkanı Beyaz Saray'a taşınmış oldu. Kremlin'in patronu Vladimir Putin AB'yi parçalamak isteyen ve bu konuda yardım edecek tüm siyasi güçleri açıkça destekleyen bir kişilik. Erdoğan ise, gerçeklikle her türlü bağını yitirmiş halde Ankara'daki büyüklük kompleksinin eseri sarayına kurulmuş bir cumhurbaşkanı. Böyle bir jeopolitik ortamda Avrupa hem tehdit altında hem de bunların karşısında bir güç olarak durmak zorunda. Bunu da ulus devletler kendi başlarına değil, ancak bir birlik olarak yapabilir. Birçok yurttaş bunu anladı artık. Sağcı popülistlerin durdurulamaz görünen atakları, çıkmaz sokağa girdi.”
Bazı üyeler önden yürüyecek
AB, işbirliğine yeni bir istikamet kazandırmak zorunda, diyor blog'cu Adelina Marini:
“Bugüne kadar geçerli olan 'herkes aynı yönde yürümeli ama bazıları eşlik etmiyor' anlayışı tersine çevrilmeli artık. Ne pahasına olursa olsun birlikte hareket edilmesi gerektiği düşüncesi terk edilmeli. Opt-out (kabul etmeme) hakkı yerini, opt-in (onay verme) hakkına bırakacaktır. Halihazırda AB sözleşmelerinin değiştirilmesi yönünde herhangi bir irade olmadığından, AB yasa koyucusu sürekli olarak güçlü işbirliği enstrümanına baş vurmak zorunda kalacak. ... Bu sayede daha yüksek hıza sahip üye ülkeler, ilgili değişiklikler konusunda AB sözleşmelerinin açılmasını beklemek zorunda olmadan yollarına devam edebilecek. Bu geçiş döneminde yaşanacak, AB içindeki ciddi dönüşümlerin etkisi hemen hissedilmeyecek olsa da, AB'nin geleceği hakkında yürütülecek yeni müzakerelerin zeminini oluşturacak. Muhtemelen de AB'nin 70. yıldönümünde.”
Dayanışma sadece iyi günlerde işler
Daha fazla Avrupa isteğinin giderek azalmasının tek sebebi Doğu Avrupa değil, diye yazıyor Radu Crăciun, republica blog portalında:
“Kimlik ve entegrasyon sorunları yaşayan sadece Doğu Avrupa ülkeleri değil. Daha güçlü bir entegrasyon konusunda Batılı AB devletleri yurttaşlarının da kuşkucu olduğu görülüyor. ... Bu kuşkunun Orta Avrupa'da yükselişini desteklediği milliyetçilik, siyasetçilerin geçtiğimiz onlarca yıl boyunca, Avrupa'da halen varlığını sürdüren güçlü milliyetçi kimlikleri gölgede bırakacak bir Avrupa kimliği kuramamasından besleniyor. Avrupalıların entegrasyona karşı duydukları heyecan, her geçen gün biraz daha azalırken, değişmeyen tek şey siyasetçilerin dar görüşlülüğü oldu. ... Avrupa yükselişini sürdürürken tüm bunlar göze çarpmıyordu. Ancak ekonomik krizle beraber, ulusal ayrışmalar da kuvvetlenmeye başladı. İyi günlerde sorunsuz işleyen dayanışma, kötü zamanlarda işler halde olmadığını gösterdi.”
Avrupa savaşa gömülebilir
Ekonomist László Árva'nın Magyar Nemzet'te yayınlanan kötümser köşe yazısına göre Avrupa'da hakim olan karşıt değerler arasındaki farklar, Avrupa Birliği'nin geleceği açısından iyiye işaret değil:
“Avrupa'da halihazırda en az dört farklı büyük değerler sistemi var ve bunlar birbirine karşıt. Bunlara bir de sadece kendilerini ve akrabalarını zenginleştirmeyi düşünen ve esen rüzgara göre değer sistemleri arasında yön değiştiren yolsuzluğa bulaşmış siyasetçileri ekleyin. ... Tüm bunlara ilave olarak 1970'lerden bu yana dünyayı değiştirmeyi sürdüren ve günümüzde küreselleşme adını taşıyan ekonomik kriz, bu değerler sisteminin tezatlarını daha da keskinleştiriyor. ... AB'nin bugün içinde olduğu açmazlar, barışçıl yollarla çözülecek gibi değil. ABD'de de 1861-65 yılları arasında kan dökülmesi kaçınılmazdı. Tarihe şöyle bir baktığımızda devletler üstü bir örgütün, barışçıl yolla inşa ve muhafaza edildiğine bugüne kadar rastlanmadığını görürüz.”